Olağanüstü zamanlar ve olaylar, olağanüstü insanların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde üç şair dikkatimi çekmiştir hep: Mevlana, Süleyman Çelebi, Mehmet Âkif Ersoy.
Tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren zulüm ile anılan ve Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu’yu yerle bir eden Moğollar; Anadolu insanını ümitsizliğin ve mutsuzluğun kötü günleriyle baş başa bırakmıştır. Lakin o dönemde sohbetleri ve yazdıklarıyla etrafına ümit aşılayan Mevlana, Anadolu medeniyetinin yeniden neşv ü nema bulmasına vesile olmuştur.
Yaklaşık iki yüz yıl sonra Yıldırım Bayezit’in Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmesiyle yeniden bir karamsarlık iklimi Anadolu topraklarına egemen olmuş, milletimiz tekrar zor bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Bugünlerde Bursa’da yaşayan Süleyman Çelebi, yazdığı Vesiletü’n-Necat adlı eseri (Mevlit) ile kurtuluşa çareler aramış, duygu yüklü, coşkun şiiri ile gönüllere su serpmeye çalışmıştır. İnsanımızı düştüğü karamsar ortamdan çekip alıvermiştir.
Osmanlı’nın son dönem aydın insanlarından olan Mehmet Âkif ise Yunanlıların Polatlı yakınlarına kadar ilerlemesiyle savaşın kaybedildiği düşüncesinin kabul bulduğu bir zor zamanda yazdığı İstiklal Marşı adlı şiirle Mevlana ve Süleyman Çelebi gibi milletine moral olmuştur. Yazdıkları ve konuşmalarıyla bir milletin yeniden dirilişine vesile olanlardan olmuştur. İşte merhum Âkif, gerek İstiklal Marşı gerekse Millî Mücadele’deki rolüyle milletinin gönlünde ebediyen yer bulmuştur.
Bu kısa girizgâhtan (giriş) sonra İstiklal Marşı’nın hangi şartlarda, nasıl yazıldığını ele alıp sonra da milli şairimize layık görülen cenaze merasimi üzerine birkaç cümle edelim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1920 yılında, o zor ve heyecanlı günlerin manasını ve imanlı havasını terennüm ederek, kalplere kuvvet ve heyecan aşılayacak bir milli marş yazdırılmasına karar verir. Bunun için 1920 yılı kasım ayının başlarında Türk şairlerine bir çağrıda bulunur. İstiklâl Marşı için bir müsabaka açıldığı ve birinciliği kazanan eserin şairine beş yüz lira mükâfat verileceği duyurulur.
“ Eşele bir yerleri örten karı
Ot değil onlar dedenin saçları
Dinle şehit sesleridir rüzgârı
Haydi git evladım uğurlar ola”
dizeleriyle daha önceden askerimizi cesaretlendiren Mehmet Âkif’in bu şiiri yazmasını Mustafa Kemal Atatürk çok ister. Ancak Âkif, bu müsabakaya ödülden dolayı katılmaz; zira kendisi böyle bir marş için ödül alınmasını hoş görmez.
Müsabakaya katılan yedi yüzden fazla şiirden hiçbiri beğenilmez. Mustafa Kemal Atatürk, Maarif Vekili Hamdullah Suphi’den, Mehmet Âkif’le görüşerek onu bu işe razı etmesini ister. Bunun üzerine Hamdullah Suphi, Mehmet Âkif’i ziyaret eder. Hamdullah Suphi, Mehmet Âkif’i iknada zorlandığı için arkadaşı Hasan Basri’den yardım talep eder. Hasan Basri, Âkif’e gider ve aralarında şu diyalog geçer:
- Şiir yazıyorum, Âkif Bey…
- Ne şiiri, Hasan Basri?
- İstiklâl Marşı!.. 500 altın veriyorlar!
- Sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? İçinde para olan bir işe nasıl katılırsın, Hasan Basri?
- Yarışma kaldırıldı. Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de herhangi bir ödül. Maarif Vekili bana güvence verdi.
- Ya, o hâlde yazalım…
Hasan Basri’nin konuşması ve Hamdullah Suphi’nin ödülü kullanmada Âkif’i özgür bırakmasından dolayı Mehmet Âkif, bu kutsi görevi üstlenir. Mehmet Âkif, Hasan Basri’ye misafir olduğu bir akşam, birden evin başka bir odasına geçer ve evin odasının duvarına İstiklâl Marşı’mızın ilk iki dizesini tırnaklarıyla yazar:
“ Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’mızın kalan kısmını Tacettin Dergâhı’nda inzivaya çekilerek iki günde tamamlar. Âkif’in bu şiiri ile finale kalan şiir sayısı yediye çıkar. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 tarihli özel oturumunda Mehmet Âkif Ersoy’un şiiri, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından okunur. Bütün Meclis, bu şiiri ayakta alkışlar ve şiir tam dört kez tekrar okunur. Büyük bir heyecan ve coşku içinde İstiklâl Marşı, milli marş olarak kabul edilir.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazarak, parayla marş yazdırma utancından milletimizi/devletimizi kurtarmıştır.
Yarışmanın neticelenmesinden sonra Meclis muhasebecisi Necmeddin Bey, kanunen müsabakayı kazanana verilecek olan beş yüz lira nakdi mükâfatı getirse de Âkif Bey, “Ben müsabakaya girmedim, bu para bana ait değildir.” diye reddeder. Fakat muhasebeci, “Kanun metninde mükâfatın kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir, bu para sizindir; Meclis hesabında kalamaz. Siz usulen tesellüm edin, sonra istediğinizi yaparsınız” diye ısrar eder. Bunun üzerine Mehmet Âkif, Sebilürreşad dergisinde yayınlanan yazıdan da anlaşılacağı üzere bu parayı Darü’l-Mesai vakfına bağışlar.
Cebinde parası, sırtında paltosu yokken yüksek ahlakının gereği olarak bu parayı almamıştır. İhtiyaçlı bir durumda olduğu halde bu büyük parayı kabul etmeyen Mehmet Âkif’in bu davranışına birçok insan şaşırır. Bu şaşıran insanlardan birisi de Baytar Şefik Bey’dir. Şefik Bey, bazı günler muşambasını ödünç alarak giyen Mehmet Âkif’e, “Şu mükâfatı reddetmeyip de bir muşamba yahut palto alsa idin daha iyi olmaz mıydı?” der. Bu söze çok içerleyen Âkif, tam iki ay Baytar Şefik’le konuşmamıştır.
Mehmet Âkif, “İstiklâl Marşı” adlı şiirini, şiirlerini toplandığı külliyat demek olan ünlü eseri Safahat’a yani Safahat’ı meydana getiren şiir kitaplarının hiçbirine dâhil edip almaz. Kısaca kendi şiirleri içine koymaz.
Dostlarından Mithat Cemal Kuntay’ın,
“-İstiklâl Marşı’nı niçin Safahat’a koymadınız?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“-Onu milletime hediye ettim. Artık o, milletimindir. Benimle alâkası kesilmiştir. Zaten o milletimin eseri, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.”
Ölümünden bir süre önce, Nişantaşı Sağlık Yurdu’ndaki odasında hasta yatarken aralarında Hakkı Tarık Us’un da bulunduğu bir grup kendisini ziyarete gelir. Sohbet sırasında, söz İstiklâl Marşı’na gelir. Misafirlerden biri,
-Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? diyecek olur.
Yatağında bitkin bir halde yatan Âkif, birdenbire başını kaldırır ve şöyle cevap verir:
İstiklâl Marşı denince Üstad’ın gözleri büyür ve parlar. Hastabakıcının yardımıyla doğrulur, anlatmaya başlar:
“İstiklâl Marşı… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi! O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.”
- Allah (c.c) bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!, der ve bu söz Mehmet Âkif’in son sözü olur.
1926 kışından itibaren Mısır’da uzun süre kalan Âkif, yoksulluk ve memleket özlemi içinde geçen yıllardan sonra hastalığının iyice ilerlemesi üzerine 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döner. Bu dönüş, onun son dönüşü olacaktır. Mehmet Âkif hasta bir şekilde döndüğü ülkesinin yöneticilerinden hiçbir ilgi ve iltifat görmez. Önce Abbas Halim Paşa’nın aile efradının himayesinde Maçka’da bir evde misafir edilir. Daha sonra aileye ait olan Mısır Apartmanında kendisine bir daire tahsis edilir. Âkif’in tedavisine burada devam edilir. Mehmet Âkif, günler geçtikçe daha da rahatsızlanır. Yorgun ve bitkin bedeni, hüzünlü Mısır yıllarının verdiği takatsizliğe fazla dayanamaz. Ve Âkif, 27 Aralık 1936 Pazar günü akşamı vefat eder.
Ertesi gün gazeteler, silik birkaç haberle Mehmet Âkif’in vefatından bahsederler. Milli şair, gazetelerde de gerektiği kadar yer bulamamıştır.
Cenazesi bir at arabasına konmuş, çıplak bir tabutla Bayezid Camii’ne getirilir. İstiklal Marşı’nın şairinin cenazesi; kıyıda, köşede ölmüş bir garip insanın cenazesi gibi sessiz ve kimsesiz bir şekilde camiye getirildiğinde cami önündeki insanlar, tabutun Mehmet Âkif’in cenazesine ait olduğunu bilmeyerek “Ne şanslı insanmış, cenazesi Âkif’in cenazesiyle birlikte kaldırılacak” diye kendi aralarında konuşurlar. Az zaman sonra, at arabasıyla getirilen örtüsüz cenazenin Mehmet Âkif’e ait olduğunu öğrenirler. Büyük bir hüzne gark olan birkaç genç hemen karşı taraftaki Emin Efendi lokantasının sahibi Mahir Bey’den bir Türk bayrağı alarak, bayrağı Âkif’in cenazesinin üzerine örterler. Haberi duyan çevredeki insanlar, Kabe örtüsü getirerek tabutun üzerine örterler. İşte bu manzara karşısında kendisine hâkim olamayan Midhat Cemal Kuntay, zihinlerde yer edecek şu ifadeyi kullanır:
“Bayrak ve Kâbe örtüsünden sonra cenaze Âkif’e benzemişti.”
Gençler sağa sola koşuşarak, cenazeden İstanbul halkını ve gençliğini haberdar ederler. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin öğrencilerinin de katılımıyla cenaze için epey insan toplanmıştır. Ancak milletin en zor zamanlarında İstiklal Marşı’nı karşılık beklemeden yazan ve milletine armağan eden şairin cenazesinde hiçbir devlet görevlisi ve temsilcisi bulunmaz. Cenazeye katılan devlet memurları da cenazenin defnedilmesinin ardından sorguya çekilir.
Cenaze namazına hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Tercüman gazetesinde “Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatır:
“…Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akif’e ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı; ama ne vali, ne belediye reisi hiç kimse ortalarda yoktu.”
'Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyulayı da er geç silecektir
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma
Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir? '
dizelerinde ifade bulan bu manzara içinde Âkif’in cenaze namazı kılınır. Cenaze gençler ve halk tarafından omuzlara alınır ve hiçbir araca konmadan Edirnekapı mezarlığında Kuran-ı Kerim ve İstiklal Marşı eşliğinde toprağa verilir. Defin esnasında üniversiteli genç bir kız “Ey Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı şehitleri, sizi yazan Âkif’ti.” diyerek duygulara tercüman olacaktır.
Vefatının birinci yılı olan 1937’de hiçbir anma töreni, programı icra edilmez. Mehmet Âkif’in cenazesi yıllar sonra, 1960 yılında Edirnekapı Şehitliğine naklolunur.
Mekânı cennet olsun…